Ana içeriğe atla

Zaman Üzerine Kavramsal Bir İnceleme: Aristoteles, Augustinus ve Heidegger'ın Anlayışında Zaman

Zaman kavramı üzerine yapılan felsefi tartışmaların genel çerçevesini belirleyen ilk düşünürler arasında, Aristoteles ve Augustinus’un merkezi bir yer tuttuğu aşikardır. Söz gelimi, her kim zaman hakkında kavrayış edinmeye girişecek olursa, zaman kuramlarını kavramsal olarak inceleyerek anlam bütünlüğünü kavrama çabasına girişecek ve bu amaç doğrultusunda kaçınılmaz olarak İlk Çağ ve Orta Çağ için zaman dendiğinde başat isimler olan bu iki ismin kavramsal mirasları ile karşılaşacaktır. Özellikle İlk Çağ ve Orta Çağ dönemlerinde zaman anlayışına yön veren bu iki filozof, sonraki düşünürler için de bir temel oluşturmuştur.

Bu açıklama ekseninde bu çalışma, Aristoteles’in Fizik adlı eserinde, Aurelius Augustinus’un İtiraflar adlı yapıtında ve Martin Heidegger’ın Varlık ve Zaman isimli çalışmasının temelini yansıtan ve kitabının yayınlamadan yaklaşık üç yıl önce, 1924 tarihli konferansında yaptığı ‘Zaman Kavramı’ başlıklı öncül konuşmasında ‘zaman’ kavramına ilişkin söylemlerinin birbirine eklemlenmesinin okuyucuyu götürebileceği yerin vurgusuna yönelik olarak, zaman üzerine ortaya koydukları düşünceleri karşılaştırmalı bir perspektif ile ele alarak, derinleştirilme çabası güdülen bir zaman kavramı inceleme çalışmasıdır. Bu bağlamda analojik yorumlara tabi tutularak incelemesi gerçekleştirilen kitap, Saffet Babür’ün çevirisini yaptığı Zaman Kavramı başlıklı eser olacaktır. Böylelikle, farklı dönemlere ait bu üç büyük filozofun zaman anlayışlarının nasıl birbirine eklemlenebileceği ve bu eklemlenmenin kişiyi zamanın doğası hakkında hangi derin düşüncelere sevk edebileceği ortaya konulmaya çalışılacaktır.

1. Aristoteles’te Zaman: Devinim ile İlişkisi

Fizik, Aristoteles'in bütün evreni sistemli ve tutarlı bir doğa felsefesi bağlamında anlamaya ve açıklamaya çalıştığı önemli bir yapıtıdır. Doğa felsefesinin en temel konusu ve ilkesi kabul ettiği hareketi (kinesis) anlama ve açıklama arzusu ile doğa felsefecisi olarak nitelendirebileceğimiz Aristoteles, zamanı da doğrudan doğa felsefesinin, yani fiziğin konusu olarak ele almaktadır. Ona göre doğanın ilk ilkesi harekettir (kinesis) ve hareketin anlaşılamadığı bir yerde doğanın ve dolayısıyla zamanın da anlaşılamayacağı açıktır. Aristoteles, bu açıdan zamanı doğrudan doğa felsefesinin bir konusu olarak değerlendirir; çünkü zaman, hareket ve yer ile birlikte doğanın üç temel ilkesinden biridir. Aristoteles tarafından zamanın ciddi bir biçimde ele alınıp yakından incelenmesinin sebebi bu dur; zira ona göre zaman, hareket ve yer kavramıyla birlikte doğa felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Zamanın varlığı, elbette harekete ve dolayısıyla mekânda bir değişime dayanır; fakat zamanın ölçülmesi bir nevi zihnin yaptığı bir saymadır. 

Klasik anlamdaki formuna dair ilk bilimsel temellendirmeyi yapan doğa filozofu Aristoteles’e göre zaman, hareketin “önce” ve “sonra" olarak sayılmasıdır (Physica IV.11, 219b1-5). Aristoteles’in pasajlarında yer alan kavramları ve tanımları doğrultusunda hareket temelli bir tür hareketin/devinimin ölçüsü/sayısı olarak zaman kavramı ele alındığında karşımıza yeni kavramlar çıkmaktadır.  Bu tanım, zamanın hem fiziksel bir olguya/gerçekliğe (harekete bağlı olması nedeniyle) hem de zihinsel bir faaliyete/sürece (sayma eylemi) bağlı olduğunu gösterir. Zamanın ölçülebilmesi, insan zihninin hareketi ayrıştırıp, düzenleyebilme yeteneğine bağlıdır. Bu bağlamda Aristoteles, zamanın ontolojik statüsünü, nesnellikle öznellik arasına yerleştirir: Zaman, nesnel gerçeklikte var olan bir hareket olgusu ile, zihinsel tasnifin ürünü olan bir kavram arasında salınır. Bu yönü ile daha net ifade edilecek olursa, Aristoteles’in zaman anlayışının, nesnel bir gerçeklik ile öznel bir kavrayış arasında konumlandığı da söylenebilir.

Aristoteles’in zaman anlayışında iki güçlü metafor farklı anlamları ile ön plana çıkmaktadır. İlk metafor; çember ve üçgen. Çember (kyklikos chronos), doğadaki döngüsel hareketlerin, sözgelimi mevsimlerin dönüşü, gökcisimlerinin devinimini temsil ederken; üçgen ise, zamanın çizgisel ve ilerleyen yönünü simgeler. Daha ayrıntılı bir biçimde ele alacak olursak üçgen (grammikos chronos), çizgisel ve ilerleyen bir zaman anlayışını temsil eder; biz insanın tarihsel ve bilinçli deneyim sürecini sembolize etmektedir. Bu iki metaforik ayrım, daha sonra zamanın dairesel ve doğrusal modelleri arasındaki tartışmaların da temel zeminini oluşturacaktır.

Diğer anlamı ise, zamanın şimdi (nun) anı üzerinden kavranması da Aristoteles’in yaklaşımında merkezi bir rol oynar. Şimdi, geçmiş ile gelecek arasındaki ayrımı sağlayan bir sınırdır. Ancak bu sınır sabit değildir; her "şimdi", hemen geçmişe kayar. Pasajında da belirttiği gibi: Zamanın bir parçası varolmuştur, /artık/ yoktur; öteki parçası ise olacaktır, henüz yoktur. Bu nedenle, zaman sürekli bir akış ve değişim içerisinde kavranır. Aristoteles’in analizi, zamanın statik bir varlık değil, dinamik bir süreç olduğunu ortaya koyar. Şimdi, geçmiş ile gelecek arasındaki ayrımı yapan bir sınır olmakla birlikte, zamanın ölçülmesini mümkün kılan sabit olmayan bir andır (Physica IV.12). Zira zamanı bir çizgi olarak düşündüğümüzde zamanın parçasının da çizgi olduğunu söyler Aristoteles, nokta değil. Sayıyı sayılabilir olanla, zamanı devinimle, devinimi zamanla ölçüyoruz şeklinde belirttiği pasajlarında, kendinin de vurguladığı üzere, insanın tabiatı gereği bilmek isteyişine karşılık verir.

2. Augustinus’ta Zaman: Bilinç, İçsel Doğa, Ruh ve Teoloji

Augustinus’un zaman anlayışı, Aristoteles’in nesnel yaklaşımından farklı olarak öznel ve bilinç temellidir. Augustinus, zaman kavramını doğrudan insan bilincinin yapısıyla ilişkilendirerek inceler. İtiraflar adlı eserinde zamanın doğası üzerine düşünürken, zamanın varoluşsal bir paradoks içerdiğini vurgular. Ona göre, geçmiş artık yoktur, gelecek henüz yoktur ve şimdiki zaman ise kaybolur kaybolmaz geçmişe dönüşür. Bu nedenle, zamanın "gerçek" bir varlığının olup olmadığı sorgulanmalıdır: Eğer hiçbir şey olmamış olsaydı geçmiş zaman olmazdı, eğer hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olmazdı, eğer hiçbir şey olmasaydı şimdiki zaman olmazdı. (...) Şimdiki zaman, eğer hep şimdi olsaydı ve geçmişe kaybolmasaydı, artık zaman değil, ebediyet olurdu. (İtiraflar, Kitap XI, Bölüm 15). Zaman üzerine derin sorgulamalarda bulunan Augustinus’u, pasajlarında Tanrıya seslenir ifadeleri ile okuruz. Teolojik yanı ile inanır ki Tanrı için zaman geçerli değildir; çünkü Tanrı zamansızdır (eternitas). Tanrı'nın varlığı ‘sonsuz şimdi’de yer alır. Bu görüş, Augustinus’un zaman anlayışına teolojik ve metafizik bir derinlik kazandırır.‘Anlayabilmek için, inanıyorum’ ifadesi ile tam kavrayışın tanrısal boyutuna vurgu yaparak, zamanın ölçülemeyen ve tanımlanamayan yapısını vurgular ve ekler: Soruşturuyorum, kesin bir şey söyleyemiyorum. Ya da bir diğer meşhur ifadesiyle: “Zaman nedir? Kimse bana sormazsa biliyorum; fakat sorulursa açıklayamam.” (Confessiones XI, 14.17).

Augustinus’a göre zaman, dış dünyada değil, insan zihninde – daha doğrusu ruhunda – var olan bir fenomendir. Zamanı; geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde ayıran üçlü yapı, onun düşüncesinde şu biçimde somutlaşır: Geçmiş, bellekte (memoria), Şimdi, dikkatte (attentio) ve gelecek, beklentide (expectation). Bu bağlamda zaman, insanın ruhsal deneyimiyle sıkı bir bağ içindedir. Pasajlarında da belirttiği üzere: Üç zaman tanımı vardır: geçmiştekilere ilişkin şimdiki zaman anı, şimdiye ilişkin şimdiki zaman anı ve geleceğe ilişkin şimdiki zaman anı.

Augustinus, zaman konusundaki paradoksal durumları İtiraflar’da yer alan pasajı ile şöyle ifade eder: “Gene de kesinlikle şunu söyleyebilirim: Eğer hiçbir şey olmamış olsaydı geçmiş zaman olmazdı, eğer hiçbir şey olacak olmasaydı gelecek zaman olmazdı, eğer hiçbir şey olmasaydı şimdiki zaman olmazdı. O hâlde şu iki zaman, geçmiş ve gelecek, geçmiş artık olmadığına göre gelecek de henüz olmadığına göre ne biçimde vardır? Yine şimdiki zaman eğer hep şimdi olsaydı geçmişte kaybolmasaydı artık ‘zaman’ olmazdı, ebedîlik olurdu. O hâlde ‘şimdi’nin ‘zaman’ olması için geçmişte kaybolması gerekiyorsa hangi anlamda ona ‘vardır.’ diyebiliriz? Mademki var olmasının nedeni var olmayı bırakması oluyor, bu durumda var olmamaya gittikçe ‘zaman’ olduğunu söylememiz doğru oluyor.” (Augustinus, İtiraflar, 11. kitap, 15. bölüm).

Augustinus, zamanın varlığını, insan zihninin ölçümlerine ve algısına bağlar. Zaman, zihinsel bir gerilim (distentio animi) halinde tecrübe edilir: Geçmişi hafızayla anımsarız, geleceği beklentiyle tahayyül ederiz, şimdiki zamanı ise algı yoluyla kavrarız. Ancak bu üçlü gerilim, daima bir kayma ve geçicilik içerdiğinden, zaman asla tam anlamıyla yakalanamaz. Böylelikle Augustinus, zamanın nesnel bir gerçeklikten ziyade, öznel bir bilinç olgusu olduğunu öne süren sorusunu ortaya atarak zaman kavramına ilişkin yorumunun son noktasını koymuştur.

3. Heidegger’de Zaman: Varoluşun Yapısal Unsuru

Martin Heidegger, 1927 tarihli Varlık ve Zaman eserinin hazırlık sürecinde, 1924 yılında “Zaman Kavramı” başlıklı konferansında zaman üzerine özgün fikirlerini geliştirmek üzere sunmaya başlamıştır. Heidegger için zaman, yalnızca fiziksel bir ölçüm birimi ya da zihinsel bir algı nesnesi değildir; zaman, bizzat insan varoluşunun (Dasein) temel yapısal unsurudur. Heidegger, zamanı yalnızca fiziksel ya da zihinsel bir kategori olarak değil, insan varoluşunun (Dasein) kendisi ile temellendirir. Zaman, insanın dünyada bulunma biçiminin, yani varoluşunun temel yapılarından biridir. Heidegger’e göre zaman, Dasein’ın “dünyada olma”sının (In-der-Welt-sein) bir kipidir.

Heidegger’in “zamansallık” (Zeitlichkeit) kavramı, klasik zaman anlayışlarını radikal biçimde dönüştürür. Ona göre: gelecek dasein’ın olanaklarına yönelmesi, geçmiş kendi tarihsel geçmişini üstlenmesi (Geworfenheit), şimdi ise gelecek ve geçmişin etkileşiminde ortaya çıkan varoluş anıdır. Bu üçlü yapı, otantik (eigentlich) bir varoluşla otantik olmayan (uneigentlich) bir varoluş arasındaki farkı da açıklar. Ölüm bilinci (Sein-zum-Tode), Dasein’ın kendi zamansallığına yönelmesini sağlar. Bu bağlamda Heidegger’in zaman anlayışı, varoluşçu felsefenin temel taşlarından da biri olmaktadır.

Heidegger, geleneksel felsefenin zamanı nesneleştirici yaklaşımını benimsemez. Ona göre zaman, öncelikle Dasein’ın kendi varoluş biçimi olarak anlaşılmalıdır. İnsan, geleceğe doğru yönelen bir varlıktır; geçmişini taşıyan ve şimdiki an içinde bu iki boyut arasında var olan bir varlıktır. “Her olup biten şey sonsuz gelecek zamandan geri getirilemez geçmiş zamana akar.” Dolayısıyla, Heidegger’de zaman, varoluşun ekstatik -varoluşçu felsefe de/egistansiyalizm de "kendisinin dışında" anlamında kullanılan bir terimdir- bir yapı sergilemesiyle tanımlanır: Geçmiş, şimdi ve gelecek, zamansal bir gerilim halinde varlık deneyiminin iç içe geçmiş boyutlarıdır.

Bu yaklaşım, Augustinus’un zamanın insan bilincine içkin olduğu fikriyle paralellik gösterirken, Aristoteles’in zamanın nesnel doğasına varan anlayışından radikal biçimde ayrılabilir durmaktadır. Lakin konuşmasında Aristoteles’e yaptığı birçok atıf ile düşüncelerinin zeminini yadsımaz ve Aristoteles’in bildiği gerçekleri öne çıkartırken onun nesnelliğe varan tarafını yadsımaktan daha ziyade zaman kavramına, farklı bir boyut katarak varoluşçu bir bakış açısı getirir. Heidegger’in çalışmaları, modern çağda zaman anlayışının fenomenolojik bir dönüşüm geçirdiğini de gösterir. Varolma, bir nevi gelecek zaman içinde yer alan/bulunan geçmiş zamandır. “Varolma, zaman içinde değildir, bizzat zamanın kendisidir.” “Varolma, şuandalıktadır.” Konuşmasında zaman ve zamansallığın varolma olduğunu söylediğini okuruz. Heidegger düşüncesinin açığa çıktığı konuşmasında cevabın değil sorunun değiştirilmesi gerektiğine vurgu yaparak bir nevi nasıl düşünülmesi gerektiğini söyleyen bir tavıra bürünür ve ekler: Varolma zamandır, zaman ise zamansaldır. Zaman, varolma, sorgu konusu varlık olacaktır. Zaman, ‘nasıllık’tır. Zaman kim? Biz kendimiz mi zamanız? Benim zamanım ben miyim?.. Cevap ise şudur: Zaman insan varoluşunun (dasein’ın) “dünyada olmasının” bir kipidir. Ben asıl zamanım. Ben, zamana iyeyim.

Sonuç

Aristoteles, Augustinus ve Heidegger'in zaman üzerine düşünceleri, farklı dönemlere ve düşünce iklimlerine ait olsalar da zamanın hem fiziksel hem de bilinçle ilgili yönlerini tartışarak derin bir felsefi miras bırakmışlardır. Aristoteles zamanın hareketle olan kozmolojik ve metafiziksel bağını vurgularken, Augustinus zamanın insan bilinci içerisindeki paradoksal doğasına dikkat çekerek teolojik tutumunu kavramlarına yansıtmıştır. Heidegger ise zamanı, varoluşun temel bir boyutu olarak yeniden düşünmüş, sorunun sorulma şeklini ve hatta sorunun kendisini değiştirmiş, zamansallığın insanın dünyadaki varlığı için ne kadar kurucu olduğunu göstermiştir. Bu üç filozofun zaman kavrayışlarının karşılaştırılması, yalnızca zamanın doğasına ilişkin daha kapsamlı bir anlayış geliştirmemize katkı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda insanın evren içindeki konumuna dair daha derin bir sezgi kazanmamıza da olanak tanır.

Çalışmanın kapsamının girişte belirtilen kitap olmasına karşın, sistematik olmamakla beraber, düşünürlerin kavramları ayrıca literatür taranarak da incelenmeye çalışılmıştır. Alana dair daha derin bir iç görü kazanmak adına daha fazla okunma yapılmasının yanı sıra bazı kısıtlılıkların da üzerinde durulmak istenmektedir. Öncelikli olarak bazı kavramların dilsel farklılıklarının göz ardı edilemeyeceği gözlemlenmiştir. Aristoteles’in: zamandan bahsederken hızlı ve yavaş geçti demiyoruz lakin az ve çok sürdü diyoruz, bu sebepleçok’ ile ‘az’ ı sayı aracılığı ile, devinimin çokluğu ve azlığını ise zaman aracılığı ile seçiyoruz demek ki zaman bir sayı… şeklinde ilerleyen yorumlarından da anlaşılabileceği üzere kavramların analizi noktasında asıl metinlere ulaşılmasının yahut dilsel farklılıkların analojik bir zeminde oturtularak incelenmesi, çözümlenmesi gerektiği fark edilmiştir.

Bir diğer konu ise kitabın sunuşunda yer edinen açıklama olan, bu derlemenin asıl metninin Heiddeger’in konuşması olduğuna dair olan vurgudur ki bu manasız bulunmuştur. Nihai bir zaman tanımı yapmak mümkün olmasa da, bu düşünürlerin katkıları, zaman kavramını farklı boyutları ile ele almakta ve bu eksende daha derinlemesine düşünmemizi sağlamaktadır. Zaman, sadece saatlerle ölçülen bir nicelik değil, aynı zamanda insanın kendisini, evreni, dünyayı ve ötekini anlama çabasında belirleyici bir kategoridir. Zira tam bir kavrayışa sahip olmak isteyen biri için her bir düşünürün boyutlarının birbirini destekleyen yanları olsun ya da olmasın, eklemlenme olmasa da felsefi biliş adımı atılabilmesi bakımından, aydınlanma ihtimali olan yegâne bir varlık olan insan için önemli bir konumdadır.

Bahsettiğimiz ve açıklamaya giriştiğimiz bu üç yaklaşım, zamanın bir yandan evrensel düzenin bir parçası, diğer yandan insanın bireysel ve tarihsel varoluşunun temel belirleyeni olduğunu gösterir. Aristoteles zamanın kozmolojik ve matematiksel yönünü vurgularken, Augustinus zamanın içsel, tinsel, teolojik ve bilinçsel doğasına yönelmiş; Heidegger ise zamanın varoluşsal bir boyuta sahip olduğunu ileri sürmüştür. Belki de zaman kavramı, Aristoteles’ten Augustinus’a ve Heidegger’e uzanan felsefi çizgisinde değil, Aristoteles’in döngüsel metaforunda olduğu gibi bir uzantı da düşünülürse hem nesnel hem de öznel boyutlarda olmak üzere farklı düşünürlerin kavramları ile yeniden tanımlanmış olarak anlaşılabilir.


Kaynakça

Aristoteles vd. (2007), Zaman Kavramı. İmge Yayınevi

Karaköse, Ö. F. (2021). Platon, Aristoteles ve Augustinus’ta zaman kavramı. Trabzon İlahiyat Dergisi / 8(1), 75–104.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

onu bir su birikintisine atsan, iki günde parmaklarının arası yüzgeç gibi deri bağlar.

elimdeki demir titriyor, gözlerim dolu ve sen yine tüm bunların hiçbir zaman farkına var(a)madan yaşamını sürdürüyorsun. saklamadım. hiç saklanmadım.  aşk ve sevgi dediğine olan inançsızlığımı da saklamadım.  ne kadar da şanslısın. bazı sesleri tanımıyor, bazı bakışları bilmiyorsun. bilme de zaten. anlama. bir akşam vakti, anneannenin dizlerine başını yasladığında ve uyku çarşaf olup da şefkatli ellerce seni sardığında, pencere kenarı huzurunu kucakladığın anılar içlerine doldu diye bu gözlerin böyle belki de. herkesi anlamaya çalışmamalı oysa insan. her şeyi de duymamalı.  yalan- evet, yalandı; sana duyduğum öfke, kedileri sevdiğim, ağaçlarla dertleştiğim, kucağında uyuduğum, sarıldığın vakit geri çekilmelerim, seni sevmediğim sevdiğim, en çok da seni sevmediğim... sessizliğine gömdüğün ihtimalleri soluyorum her gün, sesini de çoktandır unutmuşum, sessiz sohbetlerimizde hiç cevap vermiyor silüetin. oysa yalnızca aklına düştüm diye, öylesine bir uğrayabilirdin. zira ...

öyle

... koku, tam da yaslandığı kayadan gelirdi. o gün de dünküler gibi, gelip geçti.  elinden avucumdan, kemiklerimden ve tebessümünün ucundan, ağırca süzülüp aktı da zaman, geride yalnız hüzün üstüne hüzün bırakmadı mı sahi?  ne olduysa, bir gecede olur gibi, öylece dondu. her şey bir rüyayla son buldu. duyamadım, söyler misin neden böylesine bir istençle doldun da uzaklaştın benden? söyler misin neden, nasıl azar azar vazgeçtin? lütfen bir şeyler söyle, neydi seni benden uzaklaştıran, içine sinmeyen? söylesene, kızgın değilim, yalnızca soruyorum. nasıl oldu anlatsan ya? bir sabah artık devam edemeyecek gibi mi hissettin? bir gece de mi unutmak istedin? ölecek gibi miydin? ter içinde uyandığın kabusunla göğsün sıkıştı, evet evet- birden kendini dışarı mı atmak istedin? ılık bir meltem mi esti o soğuk gecede, gözlerini örttüğünde herkes ve her şeyden nasıl koptuğunu mu fark ettin? sevdiğim... peki neden ben orada değildim? "ben bu cumartesi günü saat altı ile altı buçuk arası tün...

metafor ve mavi sürgün

sicilya'da bulunan agrigentum şehrinin hükümdarı phalaris, ölüm cezasına çarptırılan mahkûmların cezalarının infazı için tercih ettiği pirinçten boğa heykeli ile anılır. mahkûm boğanın içine konur, altında ateş yakılırdı. boğa ısındıkça kurban içinde yanarak can verirdi. boğanın kafasında ise mahkûmların çığlıklarını kızmış bir boğanın böğürmesine çeviren tüplerden ve tapalardan yapılan karmaşık bir mekanizma bulunmaktaydı. söylentiye göre boğa tekrar açıldığında, kurbanın kavrulmuş kemikleri mücevher gibi parlıyor ve bunlardan kolye yapılıyordu. tüm bu söylemler sınırsız bir insan kalabalığından ibaret. italya'da tarla kuşlarını hiç durmamacasına öttürmek için, ateşle kıpkızıl kızartılmış topluiğne uçlarıyla cızz diye bir gözünü, cızz diye öteki gözünü yakarlar. iki gözü kör olan tarla kuşunu bir kafese koyarlar. mavi, açık, duru göklere özgür uçmaya alışkın kuş, ilk önce gözlerini öttürdüğü sandığı kapkara paçavrayı tırnaklarıyla parçalamaya başlar ve zavallı, kendini bir kat...

antikacı

gözlerini bulandıran geçmişin hasreti ile, dudağının kenarında insanların halleriyle alay eder tebessümü birbirlerinin hemen ardına sıralanır, kalemini harekete geçiren o muzip parıltı bakışlarına otururdu. sonra seni anlatacağı her anın yakınlarında, anlaşılmaz bir gülümseyiş tarafından hazmedilir, bir iş yapmakta olan elleri elbet birbirine karışır olur, hüzünden gözlerinin odaklanabileceği bir sallanış arardı. seni anlatacağı vakit kelimeleri yalnız kendi duyduğu bir melodinin ahengine bürünür, harfleri saygıdan mı çekingenlikten mi bilinmez sanki bir nevi resme dökülüyormuşçasına bir eğim yakalardı. yanlış anlaşılmak istemem derdi, sanki yanlış anlaşılmaması mümkünmüş gibi.. onu çok sevdim. ne gariptir ki yaradılışı öylesine amansız bir mahcubiyet üzerineydi ki, düşünür ve düşündükçe de azap çekerdi. söylediklerine nazaran bazı hususi gözlemlerini belki de daha çok küçükken içselleştirdiğinden, hayata hep hayat dışı bir gözden baktı. zaman zaman beşerîleşen dilini bölük pörçük anı ...

iki kişilik sessizlik

dün rüyamda yine ölüyordun. keşke- keşke anlattığın bazı şeyleri tekrardan dinleyebilseydim. acaba ömrünün son günleri nerede geçecek? hangi şehirleri görebileceksin? arzuladığın aile resmine sığabildin mi? saçını ne kadar uzatabildin? annen gönlünü aldı mı? dostlarınla daha sık görüşüyor musun? gökkuşağını gördün mü? hiç daha fazla mektup yazmalıyım dediğin oluyor mu? aklına en sık kimler geliyor? niye yeni unuttun? miden nasıl? o filmi beğenmiş miydin? nasıl oldun? depremi hissettin mi? sağlığın yerinde mi? hiç pişmanlık duyuyor musun?  hem çok iyi bildiğim hem de hiç mi hiç tatmadığım bir sessizlik bu. bana bakıyorsun -o kadar alıştım mı sahi-  köşede sarı yağmurluklu bir çocuk annesinin elinden tutuyor. bana bakıyorsun. bir  çocuk. omurgadan ibaret, refleksel bir mahlukat olarak tasfiri bulunabilen? çocuk. tehlikeli kimyasallar vücuda en çok solunum yolu ile alınır. bunu karaladığım defter mor ve dışarısından yaldızlı parlakça bir görünüşü var. çocukluğumdan kalmış ol...

öyle işte, belki bir gün dedem bile olur.

... durdu. baktı. anlayamadığım bir şeyleri dolar gibi oldu. dudakları oynadı sanırsam ve konuşmaya benzer bir eylemde bulundu-  gülmüş olmalı.  tabi ya, güldü!  güzel olmalı..  yarı sabahı mide yakan kahve eşliğinde geçiştirdikten sonra, sanki onsuz olursa olamazmış gibi, onsuz okursa okuyamazmış gibi, kalemini parmak uçlarında gezdirip okumasına döndü kırgın bir hevesle. çok geçmeden sahne dondu. arkadan akan şehir dahi her bi şey onu seyre daldı, izin verdi, su bulandı ki sebebi yağmur değildi, o’ydu.  gökyüzü damarlandı, sallandı, karıştı ve son çabasıyla tüm renklerini kustu. bulanıklık sürdü. uzanışlar gecikti -ki zaten tabiatları gereği hep gecikirlerdi- hava yoğunlaştı, ayakların altından kaçıştı ve kıvrıldı.   yavaşlayan mekânın içine fırlatılan sert bir nesnenin tok sesi ile ayılabildi zaman ki hızlandı, ayak uydurdu, kuruldu..  duruldu.  kapıyı üzerinde eğreti durmayan bir ürkeklik ile araladı - kafasını kaldırır gibi oldu ve ...

bilmeni isterim ki

ölmeni istiyorum. kim istemez ki? öl istiyorum.  s anki bundan daha olağan bir şey yokmuş gibi, sanki hep herkesin ölmesini istiyormuşum gibi- sanki senin aksine ölü bedeninin imgesi dahi bana daha iyi gelebilecekmiş gibi. ansızın yüreğime uğrayan bir sızının sebebinin haberini işitmekten olmasını, saçımdaki meltem dinmeden uykundan bir daha uyanmamış olmanı, ne bir kargaşa ne de bir gürültü olmaksızın usulca çekilmeni- ölmeni istiyorum. yıllardır kimseyi sev(e)miyorum. neyim varsa vitrinde, hepsi hüzünden. her gün köz soluyorum. gecenin dudakları kanıyor, ben ki ne zamandır seni sana susuyorum? gecenin dudakları kanıyor, öfkeden bir akşamüstü oluyorum. inan bana, inan... ölen kediyi tanıyorum. parmak uçlarım yanıyor, gecenin dudakları kanıyor ve ben seni özledim - bu kentte ölmek istemiyorum.

yavaşça içine çöken tortu

  sanki hiç ağlamamışsın gibi duruyor ve seni hiçbir zaman öp(e)meyeceğimi bilmek bana huzur veriyor.  aklıma hep ölümün en düşlenebilir olduğu anlarda geliyorsun. bir imgeler tiyatrosu eşliğinde, olabildiğine silikçe geliyor, sinikçe tebessüm ediyor ve ağır ağır çekiliyorsun. sözlerin örtülü, gece sisten ve saçların dolanarak dökülüyor, "tanıdığım en ince düşünceli, en hassas, en kibar... en nazik insandı..."  diyorsun, "kendini astı." demenden hemen sonra ekliyorsun tüm bunları. sonraları seni en sevdiğin yemekten bahsederken buluyorum, az sonra birileriyle gülüyor oluyoruz, geçenlerde birinin doğum gününü kutluyoruz, dün sarılırken beni sevdiğini fısıldıyorsun, seni izlerken yakala(n)mak istemiyorum, ertesi sabah tenine değen bir gözden yakınıyorsun, akşamında bana uzanıp öpüyorsun, gecesinde kapı dışarı edilirken burnunu çekişlerini dinliyorum, omzuna yaslandığımda kalbini sakınıyorsun ve konuştuğunda sözünü kesmemi istemediğini sanıyorum ki gidişlerimi izliyors...

zaman duruyor

hayat sonsuz dingin bir gecedir, eteğindeki toprağı süpürerek sessizce ilerlemeye devam eder. anlatımı öylesine hicivlidir ki, insan gülmemek için kendini zor tutar- örneğin: herkesin son derece uzun replikleri bulunur ve herkes,  herhangi bir şey hakkında, sahip olduğu bilgi formlarının elverdiğince, şahsiyatına kayıtsızmışçasına genel konuşabilme yeteneğine sahiptir ki  konuşma yalnızca komik bir etki yaratmaktadır, fazlası yoktur.  bazı kıyaslar, bazı yoksunluklar öylesine göz ardı edilemez biçimlerde lakin anlatımın açığa vuramayacağı şekillerde var olabilmiştir ki, umuda dair girişimlerin her biri bir öncekinden artık daha da etkisizdir, inançlı olanlar ellerini açar- tanrı yahut tanrısı bellediğine seslenir, boş mezarların başı hep yüreklerinde ki ağırlık fazla artanlarla doludur ve tanıdık bi evden ilk adımlar için sevinç çığlıkları yükselir- daha nasıl tasvir edilebilir ki?  tabiatım gereği önce zarar verme ilkesine alışığım, lakin söylemlerim ruha karanlık b...