... durdu. baktı. anlayamadığım bir şeyleri dolar gibi oldu. dudakları oynadı sanırsam ve konuşmaya benzer bir eylemde bulundu- gülmüş olmalı. tabi ya, güldü! güzel olmalı.. yarı sabahı mide yakan kahve eşliğinde geçiştirdikten sonra, sanki onsuz olursa olamazmış gibi, onsuz okursa okuyamazmış gibi, kalemini parmak uçlarında gezdirip okumasına döndü kırgın bir hevesle. çok geçmeden sahne dondu. arkadan akan şehir dahi her bi şey onu seyre daldı, izin verdi, su bulandı ki sebebi yağmur değildi, o’ydu. gökyüzü damarlandı, sallandı, karıştı ve son çabasıyla tüm renklerini kustu. bulanıklık sürdü. uzanışlar gecikti -ki zaten tabiatları gereği hep gecikirlerdi- hava yoğunlaştı, ayakların altından kaçıştı ve kıvrıldı. yavaşlayan mekânın içine fırlatılan sert bir nesnenin tok sesi ile ayılabildi zaman ki hızlandı, ayak uydurdu, kuruldu.. duruldu. kapıyı üzerinde eğreti durmayan bir ürkeklik ile araladı - kafasını kaldırır gibi oldu ve hayır, bakışları ben dahil kimseyi de bul(a)madı - sonra da sanki topu topu beş adımlık bir odanın karşı ucundan değil de bir geminin güvertesinden el sallıyormuş gibi el salladı, ve karşılık verilmesini dahi beklemeksizin, neredeyse kayarcasına kapının ardında yok oldu. bense, nedeni meçhul bir biçimde, dudakları hafif aralık kalan afallamış kendiliğimi en az üç dakika boyunca onun görünmez olduğu noktaya bakarken öylece bekledim. sonra bir tren daha vardı istasyona. bilmem dedim, öyle işte, belki bir gün bi dedem bile olur. tren bu sefer daha uzun durdu, evhamlı yolcularını selamladı, yolcularda çoktandır anlaşmış olmalıydı ki perona uysalca dağıldı. yadırgayan bakışlar birbirlerinden birilerine dolanarak az biraz sonra kayboldu, az uzaktaki bankta küçük ve şefkatli bir sarılma kaldı, merdivenin başı hafiften pusulanmıştı ki şemsiyeler birbirleri ardına gökyüzüne çekildi.. peronun sonundaki alkolik -uykuya dalmak niyetiyle belki de bilemiyorum- iyiden iyiye kendine kapandı. içimde kime rastlayacak olduysam çevrede benzerleri vardı diyecek oldum da peron az biraz daha seyrelir oldu, ayaklarım karıncalandı, bir kedinin tünediği banka doğru ilerleyip nefes alışverişlerini izledim, oturmakta kararsız ve tedirgin öylece durdum baş ucunda ki az zaman sonra gözlerini araladığında onun baktığı yerlere doğru belki bende bakınabilirdim. neyse artık dedim sonra. hala daha tahta kutulara, ışıltılı balonlara ve onların toz tutmuş yüzlerine sakladığım birkaç ağır sözüm vardı. kafamı çevirdim, nasılsa paramparça bir gökyüzüm bile vardı. ah, aldanmak ve aldatılmak... ne de güzel ve ne de eksiksiz sarı(lı)yorlar ama değil mi? sahi... en yüksek sesle "helal olsun" diyenin yüzünü o gün sende görmüş müydün? sahi... ne diyordum ki?..
elimdeki demir titriyor, gözlerim dolu ve sen yine tüm bunların hiçbir zaman farkına var(a)madan yaşamını sürdürüyorsun. saklamadım. hiç saklanmadım. aşk ve sevgi dediğine olan inançsızlığımı da saklamadım. ne kadar da şanslısın. bazı sesleri tanımıyor, bazı bakışları bilmiyorsun. bilme de zaten. anlama. bir akşam vakti, anneannenin dizlerine başını yasladığında ve uyku çarşaf olup da şefkatli ellerce seni sardığında, pencere kenarı huzurunu kucakladığın anılar içlerine doldu diye bu gözlerin böyle belki de. herkesi anlamaya çalışmamalı oysa insan. her şeyi de duymamalı. yalan- evet, yalandı; sana duyduğum öfke, kedileri sevdiğim, ağaçlarla dertleştiğim, kucağında uyuduğum, sarıldığın vakit geri çekilmelerim, seni sevmediğim sevdiğim, en çok da seni sevmediğim... sessizliğine gömdüğün ihtimalleri soluyorum her gün, sesini de çoktandır unutmuşum, sessiz sohbetlerimizde hiç cevap vermiyor silüetin. oysa yalnızca aklına düştüm diye, öylesine bir uğrayabilirdin. zira ...