gardını indirmeyi hiç mi hiç sevmediğini iddia eden, öyle ki bazı zamanlarda şiddetinden anlam verilmesi güç olabilecek gülünçlükte bir özgürlük duygum vardır. tatsızlıkları, sokak kavgaları, kabusları olmayan bir gece geçirdiysem ve zihnim benden önce uyanmışsa, yarım dakika sonrasında, kendime asli karar verme iznini tanımayarak, yürüyüşe çıkabilmeye dair olan istencimi dinler ve kendiliğimi kapının önüne kadar götürür, üzerini silkeleyerek iyice tembihler ve oracıkta bırakırım.
geçtiğim yeşil alanlarda lavantalar var mı diye bakınıyorum, aslında gerçek manada aramaya değer bulduğum pek de bir şey yok, çıkarken anahtarı ne diye almadım ki diye, kısa bir anlığına huzursuzlanıyorum. bir zamanlar aradığım o dört yapraklı yoncayı hiç buldum mu hatırlamıyorum. beyaz çitli müstakil bir evin arkasında bir erik ağacı, serçe ve saksağanları görüyorum. az biraz ilerde yaşlı kadının biri bir ayakkabıcının önünde soluklanırken cam duvarın öteki tarafında sergilenen ayakkabıları inceliyor, cama o kadar yakın ki, kadının art arda önce bej renklerindeki açık bir ayakkabıya, sonra fiyatına, hemen yanındaki daha koyu renklerdeki bir ayakkabıya ve fiyatına bakmasını, başının hareketlerini izleyerek anlayabiliyorum. kolumdaki ağırlık fazlalaşır gibi olduğunda saatimi kaybetmekten korkar oluyorum, birkaç doğal taş ile örülen iplerle hemen yan yana, annemin saatini takmıştım da geçen gece, o uyuduktan sonra çıkaramadım. henüz hiçbir yer açılmamış lakin daha ilerleyen vakitlerde, geçtiğim sokağı gören bir penceresi bulunan bir masanın kenarında, kendisine evde kahvaltı hazırlayamayacak kadar hayat neşesini kaybetmiş, rahat veya en iyi ihtimalle yalnızca melankolik insanlardan biri olacağımı, tebessümü ara sıra hatırlayan bir surat ve hülyalı bakışlar ile bir fincan kahvenin ardına saklanacağımı, ve belki de düşünmek istemediğim her bir detayı tekrar tekrar ayıklayacağımı biliyorum.
sahi bir kuş olmak oldukça zor olmalı. bir serçeyi avucumun içinde tutabiliyor olsam, sanki minik bir kalbi tutarmış gibi hissedeceğimi sanardım. galiba hala da sanıyorum. bir keresinde içinde bulunduğum evlerin birinin penceresine, siyahça bir kuş çarpmıştı. kuvvetli çarpma sesini işitmiş, kara bedenini ve tedirginlikle bakan kapkara gözlerini ise pencere ile camın bitiştiği aralıkta, köşedeki boşluktan bana bakarken bulmuştum. o kadar ufacıktı ki... avcumun içinde kaybolacak kadarlıktı bedeni, çarpmanın etkisi ile afallamış ve belki de bu sebeple bana karşı koymak için bir çaba da göstermemişti. kutusuna her fazla yaklaştığımda çatılmış gibi duran kaşlarının altından hafif tehditkar bakar, sonra da-bileğimde yer alan taşlardan biri de onikstir. lakin onun gözlerine dair olan ne varsa artık bileklerimde değil, yazılarımda taşıyorum- uzattığım suyunu içerdi. kendiliğimi ne kadar da zarifçe kandırdığımı, gülmeye değer buluyorsam da yansımamda gülümsemeye dair bir değişiklik gözlemleyemiyorum.
herhangi bir heveslenişim artık yokta desem, yaşamayı çekingen bir burukluk ile sevmekten vazgeçemeyeceğimi de inkar etmiyorum. yol küçük ve alabildiğine dar,
sonu hiç göremiyor olsak da hemen hemen yanımızda,
sevenler ise neşe ile birbirlerinin yüzüne bakadursun en hızlı onlar ilerliyor.
eve kendimi attığımda, elimde neden yapıldığı belli olmasa da el işi olduğu kesin olan, boş bir saksı kabı ile odaları dolaşıp diğer çiçeklerin kirli yaprak, kök ve topraklarını topluyorum. annem birkaçını birazcık çürütmüş, fazla sulamaktan yani, tıpkı elimdeki gibi. gözlerimi yere indiriyor ve özlemimi yutkunuyorum. ne diye diyordum, göğsümün orta yerinde, böylesine bir amansız hissediş ile, var oldum?
Yorumlar
Yorum Gönder