sanki hiç ağlamamışsın gibi duruyor ve seni hiçbir zaman öp(e)meyeceğimi bilmek bana huzur veriyor. aklıma hep ölümün en düşlenebilir olduğu anlarda geliyorsun. bir imgeler tiyatrosu eşliğinde, olabildiğine silikçe geliyor, sinikçe tebessüm ediyor ve ağır ağır çekiliyorsun. sözlerin örtülü, gece sisten ve saçların dolanarak dökülüyor, "tanıdığım en ince düşünceli, en hassas, en kibar... en nazik insandı..." diyorsun, "kendini astı." demenden hemen sonra ekliyorsun tüm bunları. sonraları seni en sevdiğin yemekten bahsederken buluyorum, az sonra birileriyle gülüyor oluyoruz, geçenlerde birinin doğum gününü kutluyoruz, dün sarılırken beni sevdiğini fısıldıyorsun, seni izlerken yakala(n)mak istemiyorum, ertesi sabah tenine değen bir gözden yakınıyorsun, akşamında bana uzanıp öpüyorsun, gecesinde kapı dışarı edilirken burnunu çekişlerini dinliyorum, omzuna yaslandığımda kalbini sakınıyorsun ve konuştuğunda sözünü kesmemi istemediğini sanıyorum ki gidişlerimi izliyorsun. şeker yemeyi bırakıp sessizleşiyorsun, insanları sayıp darağacına ilerliyoruz, ellerim şerbetleniyor, sana bakıyorum ki aralarından ayrılmakta olduğunu görüyorum, ödağaçları yanmaya başlıyor, herkes burun kıvırdığında sen zaten bu dallar urgan tutmazdı diyorsun. ben seni kusar oluyorum, alnımı tutuyorsun ve annem sevişleri ile beni uyutuyor. başucumda dans edersin sanıyorum, kalktığımda yalnız kuşlara açık bir pencere bana eşlik ediyor ve rüzgâr kokunu içime dolduruyor. seni omuzlarındaki iplere kibarca dolanıp gökyüzüne uzananlarını seyre dalmışken hayal ediyorum, bakışlarını çevirmenden hemen önce kalkıyor ve huzurunu bozmak istemediğimden parmak uçlarımda ilerleyerek köşeyi dönmeye meylediyorum. ne kadar yürürsem çimenler yeşilini bi o kadar kaybediyor, sen uzandığın yerden kalkıp gidiyorsun. rüzgâr aklımı oynatıyor ve dermanım kıyıda dinleniyor, duracak olduğumda adımların giderek devleşiyor, ilerde bir yerlerde birilerine diye gidiyorsun. oysa sana bir kitap okuyorum, sözlerini beğenmiyorsun. omuzları inik ve avuçları açıkça ilerleyen bir kadını yolculardan biri tanıyor, yabancısı olduğum bir deyişle selam söylüyor, ses tonu bahara değişip de dilenmeye ara verdiğindeyse göz göze geliyoruz, sırtındaki bebeğin dudakları aralık, üşüdüğümden bir sonraki durak sizin oluyor ve neyse ki artık onu kimse tanımıyor. bir umudumu da sana ayırdım diyorum, gövdem yarılıyor ve yokluğum ansızın gem vurulası oluyor. bak bunu ben yazdım diye gösterdiğim sayfalar boşalıyor, bir şiir karalıyorsam ahengi bozuluyor. rüyalarımı sakınıyor ve kirpiklerini topluyorum, dileklerin ıssızlaşıyor. söylediğimi sandığım ne varsa zamana bozulmuş, ellerin dolu ve kapı aralık, oysa üşüdüğümden olmalı ki, duydukların ikimize de yetmiyor.
elimdeki demir titriyor, gözlerim dolu ve sen yine tüm bunların hiçbir zaman farkına var(a)madan yaşamını sürdürüyorsun. saklamadım. hiç saklanmadım. aşk ve sevgi dediğine olan inançsızlığımı da saklamadım. ne kadar da şanslısın. bazı sesleri tanımıyor, bazı bakışları bilmiyorsun. bilme de zaten. anlama. bir akşam vakti, anneannenin dizlerine başını yasladığında ve uyku çarşaf olup da şefkatli ellerce seni sardığında, pencere kenarı huzurunu kucakladığın anılar içlerine doldu diye bu gözlerin böyle belki de. herkesi anlamaya çalışmamalı oysa insan. her şeyi de duymamalı. yalan- evet, yalandı; sana duyduğum öfke, kedileri sevdiğim, ağaçlarla dertleştiğim, kucağında uyuduğum, sarıldığın vakit geri çekilmelerim, seni sevmediğim sevdiğim, en çok da seni sevmediğim... sessizliğine gömdüğün ihtimalleri soluyorum her gün, sesini de çoktandır unutmuşum, sessiz sohbetlerimizde hiç cevap vermiyor silüetin. oysa yalnızca aklına düştüm diye, öylesine bir uğrayabilirdin. zira ...