Ana içeriğe atla

Kayıtlar

günlük etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

olmaz

akşam yemeklerinden sonra, hava güzelse -havanın güzeli de artık ne demekse- nehrin serinliğini duymaya ama göl kenarına uzun bir yürüyüşe giderdik. sen sanki her sınayışı geçmiş bir sadakat ile, her şeye tahammülü olan ihanet bilmez bir sevda yahut denizi yaran bir inançla- yani diyorum ki bunlarla karşılaşmış ve sonsuzluklarını tatmış bir zamansızlıkla tebessüm ederken, ben yarı baygın halde aşağı doğru düşer gibi hisseder, adımlarımın düşüncelerine yetişmesi umuduyla sekerek arkandan ilerlerdim. onca ahlarımın ve öfkemin tam içine. kulağıma uzaklardan bir tarlakuşunun sesi dolduğunda, önce daha da bir ıssızlaşırdı şehir, sonra hava harikülade tanıdık kokular eşliğinde kasvetlenirdi ve ben, yalnızca hatıralarda güzel hatırlayacağımı bildiğim sevgi(li)lerin hasretini çekerken çekingen bakışlarımı senden uzaklara çekerdim. aşk nedir diye soracak olduğunda, yakınlardan bir tarlakuşunun şakıyışını işitir, artık yüreğimin coşmayacağını kendime telkin ederek hatırlatır, inandırır, başıboş ...

antikacı

gözlerini bulandıran geçmişin hasreti ile, dudağının kenarında insanların halleriyle alay eder tebessümü birbirlerinin hemen ardına sıralanır, kalemini harekete geçiren o muzip parıltı bakışlarına otururdu. sonra seni anlatacağı her anın yakınlarında, anlaşılmaz bir gülümseyiş tarafından hazmedilir, bir iş yapmakta olan elleri elbet birbirine karışır olur, hüzünden gözlerinin odaklanabileceği bir sallanış arardı. seni anlatacağı vakit kelimeleri yalnız kendi duyduğu bir melodinin ahengine bürünür, harfleri saygıdan mı çekingenlikten mi bilinmez sanki bir nevi resme dökülüyormuşçasına bir eğim yakalardı. yanlış anlaşılmak istemem derdi, sanki yanlış anlaşılmaması mümkünmüş gibi.. onu çok sevdim. ne gariptir ki yaradılışı öylesine amansız bir mahcubiyet üzerineydi ki, düşünür ve düşündükçe de azap çekerdi. söylediklerine nazaran bazı hususi gözlemlerini belki de daha çok küçükken içselleştirdiğinden, hayata hep hayat dışı bir gözden baktı. zaman zaman beşerîleşen dilini bölük pörçük anı ...

öyle

... koku, tam da yaslandığı kayadan gelirdi. o gün de dünküler gibi, gelip geçti.  elinden avucumdan, kemiklerimden ve tebessümünün ucundan, ağırca süzülüp aktı da zaman, geride yalnız hüzün üstüne hüzün bırakmadı mı sahi?  ne olduysa, bir gecede olur gibi, öylece dondu. her şey bir rüyayla son buldu. duyamadım, söyler misin neden böylesine bir istençle doldun da uzaklaştın benden? söyler misin neden, nasıl azar azar vazgeçtin? lütfen bir şeyler söyle, neydi seni benden uzaklaştıran, içine sinmeyen? söylesene, kızgın değilim, yalnızca soruyorum. nasıl oldu anlatsan ya? bir sabah artık devam edemeyecek gibi mi hissettin? bir gece de mi unutmak istedin? ölecek gibi miydin? ter içinde uyandığın kabusunla göğsün sıkıştı, evet evet- birden kendini dışarı mı atmak istedin? ılık bir meltem mi esti o soğuk gecede, gözlerini örttüğünde herkes ve her şeyden nasıl koptuğunu mu fark ettin? sevdiğim... peki neden ben orada değildim? "ben bu cumartesi günü saat altı ile altı buçuk arası tün...

ben ki yalnız tül perdelerine inanan

zeminin altında olmalıyım sanıyorum. tenhalığın her anında küçümseyici gülüşler işittim. ismim ile her karşılaştığımda karanlıkta seyirciydin. yere düşen çatalı uzattım, önümden geçenlerden biri sendin. şimdi inanmıyorsun ama bir isim haykırıldı ki dönüp bakılsın, koşan da duran da sendin. telefonun ucundaki ses 'sağ ol' demekte gecikti, susan sendin. bir filizin boynu bükülmüş olmasın ki kıvrılan dudaklar sendin.  zemin kat olmalı sanıyorum. duruldu, ağırca kenara çekilindi önler iliklenmeden. ayrılışlar izlendi ve kavuşmalara şahitlik edinildi hiçbir gocunma belirtisi sergilenmeden.  kapı olağan ağırlığında kapanırken merdivenler öylece kurulmuş bizi seyretti. derme çatma inançlarıma tutunarak eşlik ettim onların rahatlığına, hadi ben suskunum da sen ne diye iki kelam etmedin sahi? neden çıkmadın? neden atmadın kendini soğuğa da döndün gerisin geri? kim söyledi, hangi düşünür demişti hatırlamıyorum diyor kadın, kapı aynı katta tekrar açılırken hitap ettiği kitlesine ...

var-mış

ben bu kadar değildim, bari biraz gülebilir miyim? yoldan geçenler var. gözleri yerlerde mi bari? şu karıncanın yükü de biraz fazla değil mi sanki? biraz kafanı kaldırabilir misin? elbet bir esinti vardır yapraklarla fingirdeşen diye diyorum- şu çocukları gördün mü? dört tekerlekli bisikleti tanıyor muydun? su birikintisini izleyelim mi? gördüklerini teker teker yazabilir misin? tek tek, özenle belirtebil ki zihnin dağılmaya meyledebilsin. ve lütfen beni bağışla, hiçbir mektubumu sana atfetmediğim için. usulca, son kez dönüp bakmaksızın gitmelerimin açıklamasını sulara karaladım, kederimi bağışla eline ulaşamayacakları için. yağmur ne zamandır ki seni ıslatıyor, oturuşun donuk ve solukların ritmini hala daha bulamamış olmalı ki sakinleşemiyorsun. geceleyin seni rüyamda gördüm sanıyorum. haberdar mısın bilmiyorum, geçenlerde güzelsin derken yalnız tenini kastetmek istememiştim. ellerin yine kurumuş, sevdim dediğin ne varsa hediye olmuş da paketlere konulup geri verilmişken sana 'al ...

hem zaten

... ama işte böyleydi zaten, böyle olurdu, olurdu böyle hep. işte böyle böyleydi hayat, sakınmadan... hep, her zaman... öyle öyle, öylesine, ansızın, birden oluverirdi. bir anda gelirdi, yerleşirdi köşesine, sonra ansızın, hani öyle böyle birkaç bir şeyi eleyip toplayıp sererdi önüne de gülerdi. ama işte böyleydi zaten, böyle olurdu, olmalıydı hep.  böyleydi.  o, gene de sürdürdü okumasını. burnunu çeke çeke omzunu silken, yanağındaki iri inci tanelerini koluna silen bir çocuk misali inat etmek istedi. ayartılmadığını, kanmadığını, sürüklenmediğini tekrarlamakta ve bir an için tüm bu olanlara inanmakta oldukça usta sayılabilirdi. önündeki çizimin yalnızca seslerine ulaşabilen bir hafız adayından hallice, sallana sallana çevirdi art arda sayfaları. eskitme birkaç renk çalındı.  damakta bayat bir tat, bakışlarda pusu, susuşlarda bir bitkinlik vardı.  hiçbir mücevher iliştirilmemişti tenine de, yalnız uzağa ilişemeyen gözlerini takıştırmıştı.  çok bir yük almamıştı...

ilk kez birine 'beni kurtar bu histen' diye gittim, ayaklarımla.

ölçüyü kaçırmış insanların sesleri, yolun gürültüsü, göğün iniltisi, sokağın uğultusu, mücadele edenler, secdeye kapananlar, yataklarına gömülenler, niteliksiz bir kalabalık, intiharlarını sayan kısık bakışlar, omzu kısıklar, cam kenarlarında uyku bekletenler, kuru dudaklar, suyla gitmeyen is’ten parmaklar, koyu bulutlar -kümelenmiş ve ıslak mı ısla-, sinik bir bekleyiş -otobüste ve zemin üzerine dikilen gözler kadar koyu mu koy-, tuzlu bir tat -damakta olması şart- dalga. dalga. dalga. dal- kahkaha tonları kulak tırmalayan ama envai çeşit-bir şey kaybettim. bir şey kaybettim. bir şey kaybet- , hep ‘hep’ diyenler -dinleme hakkımı devretmek isterim. manasız. manasız. manası-, ritmik adım sesleri -anlamsız bir tekrar. tekrar. tekrar. tekrar- , melodi bir ıslık -baban değil. baban değil. baban değil. baban değil. baban-, cıvıltı -kuş değil. kuş. olmalı. belki? ne fark eder? ne fark eder? ne fark eder? ne fark- , ceketimin sağ üst cebinde unutulmuş bir dal fesleğen -lavanta değil. lavanta ...

5.1

 4.12.23 bugün, yine ölü be(de)nleri düşledim. dilimin her zamankinden daha da kahve bir dokusu olmalı. çağrışımlardan şikayetçi değilim. değilim dedim bir kere. değilim. burası topu topu dört köşelik bir şehir hem. biz hangi sokağında karşılaşırız dersin?  deprem. 5.1 ... ve perde kapanıyor.  bir deyiş vardı yazdım  ama dilime ezber verdirtmeden unutmuşum.  8.12.23   Bilemem. size nasıl geliyor bilemem… ama ben; oradan buradan topladığım fotoğraf karelerine saatlerce bakmayı, yağmuru,  ekşi olan elmadan şekerleri, tarçın kavanozundaki kıvrılmış defne yaprağını, sağ elimin üzerindeki tek, sol kulağımın üstündeki ardışık iki beni, kapıdaki selam verdiğim kahve tonlarını örtünmüş kediyi, ilk yudumunun sıcaklığına yetişebildiğim kahveyi, kuş lisanını, şiirden bir üslupla yazabilmeyi, ahenkli bir uyumla dans edercesine yürüyebilmeyi, gün batımlarını biriktirmeyi ve huzur kuşanıp hüzünlenebilmeyi, gün doğumlarını gözleyebilmeyi ve umut edebilmeyi, hatı...